25 Mart 2016 Cuma

                                                                   Milliyet Fisun Yalçınkay

-              Serginizde yer alan Osmanlı’nın son dönemindeki okullarda okuyan öğrencileri anlattığınız eserlerin hikayesi nedir?

Osmanlının son döneminde açılan pek çok okul var özellikle azınlıklara yönelik ama benim ilgi alanıma giren sadece Aşiret mektepleri oldu. Aşiret mektepleri diğer okullara göre daha çok azınlığa hitap eden ve hedef bakımından bölgesel stratejileri daha keskin bir yapıya sahip. Tıpkı 30 lar sonrasından gönümüze dek devam eden eğitim sisteminde olduğu gibi. Bunun dışında sıradan halkı olmayan bir soylu okuluydu.
Bu işin aslını belki tarihsel arka planındaki şu durumla daha iyi açıklayabilirim sanırım. Aşiret mektepleri Abdülhamit zamanında kurulmuş son toprak kurtarma girişimlerinden sadece bir tanesi. O dönem sonlarında özellikle gayrimüslimlerin çoğunlukta yaşadığı balkan bölgeleri neredeyse tamamıyla kaybedilmiş. Devletin elinde Ortadoğu ve Trablusgarp’ın bir bölümü kalmış. Osmanlı bir anda değişmiş ve Sünni nüfusun yoğun olduğu bir devlete dönüşmüş. Özünde aslında başka bir devlet olmuş. Artık devletin yeni toprak kazanma gibi bir derdi kalmayıp elindeki toprakları kaybetmeme siyaseti geliştirmiştir. Aşiret mektepleri işte bu noktada devreye giriyor.
İstanbul’da Aşiret Mektebi diye bir okul açılıyor burada okutulacak öğrencilerin tanınmış bir ailenin çocuğu olmasını dikkat ediliyor ve bunların çoğu Arap, Kürt ve Arnavut aşiret reisi çocukları oluyor. Halep, Bağdat, Suriye, Musul Basra, Diyarbakır, Kudüs ve Trablusgarp’tan getirilen bu değerli çocuk zatlar. Bir iki yıl içinde tıpkı bu günkü gibi kendi aralarında örgütleniyor ve diğer örgütlenen sınıf arkadaşlarıyla anlaşamıyorlar. Husumetleri artıkça kendi aralarındaki kavgalar da artmaya başlıyor. Kavgalar artınca okul kapanıyor.
Türkiye ve Ortadoğu’daki durumda, aynen böyle bir şey aslında, bana göre aşiret mektepleri bu günün sadece küçük bir versiyonu. Bir yanıyla küçük bir Türkiye bir bölümüyle Ortadoğu . En dar alanlarda bile birbirimiz üzerindeki hakimiyet kurma çabamız., haklarımıza saygılı olamama özelliğimizi  ve birbirimize tahammülsüzlüğümüzü bu okullarımızda görebiliyoruz.  Bu anlaşmazlığımız küçük bir bölgede olunca (okul, ev,sokak), kavgaya diye nitelendiriliyor. Büyük bir alanda gerçekleşince savaş diye okunuyor, Ve bu şekilde hep devam ediyor Osmanlı dönemindeki  İşlerimi  böyle bir döngünün merkezine alarak bir önceki veya bir sonraki dönemlerle paslaşarak kendi konumumu anlamaya çalıştım.
-              Bu sergideki eserler için nasıl bir araştırma süreciniz oldu? Hangi kaynaklardan yararlandınız?

Bu sergi için aslında çok farklı yerlerden yararlandım diyebilirim. İşin en başında çok fazla okul gezdim. Epey köy okulu ziyaretlerim oldu. Antikacılardan çok fazla fotoğraf araştırmam oldu. özellikle fotoğraf arkasındaki yazılar. Dönem mektupları ‘dan yararlandım. Ve sonunda uzun bir kütüphane araştırmam oldu.
-              Bu sergideki eserleri ne kadarlık bir süreçte hazırladınız?
            Toplamda 2 yıl sürdü. Tabi bu arada başka şeylerde yaptım.
-              Öğrenciler serisinden bahsedebilir misiniz?
Kısa bir şekilde bahsedersem öğrenciler yani 30‘lar sonrası Eğitim sistemiyle ilgili işlerimin odak noktası bendim. Kendimi olayın merkezine aldım. Ve bütün dış etkenlerin üzerimdeki etkisini anlamaya çalıştım. Bu etkenler üzerinde dururken ister istemez teklik ve biriciklik gibi kavramlarla da ilişkilerim oldu. Bir yanıyla bu kavramların neresinde olduğumu anlamaya çalıştım. Ve sonra benim gibi olanları merak etmeye başladım. Diğer bir değişle herkesi….
 ilk başta çevremi gözlemlemeye başladım. Okullar gezdim , arkadaşlarım vs. diye devam ederken işin içine benden öncekiler girmeye başladı .geçmiş işin içine girince tarihlerde dahil oldu. Eski fotoğraflara merak salmaya başladım. Tarihler geçmişe doğru götürürken bazı fotoğraflar yardımcı oldu. Böylelikle edindiğim her yeni bir durum toplumdaki yerimi anlamam konusunda bana yardımcı oldu. Bazı şeyleri anlamaya başladıkça bunların işlerime yansımalarını gördüm.

-              Önceki serilerinizle son dönem yaptıklarınız arasında nasıl bir bağ var?
Aslında başında belirtiğim gibi olayın başı benle ilgiliyken ister istemez geçmişi de merak ediyordum. Sürecin ilk aşaması 2000‘ler iken Tabi ki ikinci aşaması 90’lar oldu. Olay biraz daha derinleşirken 80’ler 60’lar böylelikle dönemin 30’larına kadar gittim. Geriye doğru giderken okul yapılanmasının içinde evrensel stratejiler olduğu gibi bölgesel bazı hedeflerin olabileceği kanısına vardım.. Bu bölgesel hedeflerin hayata geçirilmesi her dönemin her bölgenin yapılanmasına göre değişiklik gösterirken bunun mutlaka altyapısında benzer hedefleri taşıyabilecek bir okulunda olabileceğini düşündüm. Bu düşünceyle hareket ederken Aşiret mektepleriyle buluştum. Aşiret mektepleri bu anlamda bahsettiğim bölgesel stratejiyi tam tamına karşılıyordu. Bu eski mektep konu olarak daha önce yaptıklarıma bir alt yapı oluştururken biçim olarak yeni malzeme kullanmamı sağladı. hem fikirsel hem biçimsel olarak yaptığım işlere yeni bir kapı açmış oldu.


-              Resimlerinizin yanı sıra bu sergide heykeller de yer alıyor. Heykele geçiş sürecinizden bahseder misiniz?
Bu işle ilgilenen herkes ilgilendiği temayı daha iyi açıklayabilmek için ya da daha çok gizleyebilmek için belli malzemelere ihtiyaç duyar. Bunlar klasik bir sanat eğitimin bize verdiği Yağlıboya, akrilik karakalem, Modelaj, Grafiksel etki Fotoğraf vb. herhangi bir teknik olabilir. Her sanatçı kullandığı temayı daha iyi ifade ettiğini düşündüğü bir malzemeyi kullanır. Ya da bir kaçını. Benim ilk dönemlerimde ilgilendiğim konular malzeme olarak benden farklı bir çaba beklemiyordu. Vermek istediğim durumu açabilmek için iki boyutlu bir zemin ve yağlıboya yeterliydi. Ama durumlar konular vurgular değiştikçe vermek istediğim her durum için farklı bir malzeme kullanma ihtiyacı hissetim. Örneğin Kara tahtayı daha iyi hissettirmek için tebeşir kullanma ihtiyacı hissettim. Tebeşir kullanmaya başladım. Tebeşirin tinerle değil suyla daha iyi etkileşime geçtiğini gördüm. Su kullanmak zorunda kaldım. Su yağlıboyadan ziyade akrilikle kullanıldığı için, belli yerlerde akrilik kullandım. Böyle devam ederek işlerime farklı bir çok malzeme ekledim. Bir yerden sonra işlerimde asamblaj bir etkinin var olmaya başladığını gördüm. Benim için bu  asamblaj etki üçüncü boyuta geçmenin ilk aşamaları oldu
Olay böyle devam ederken bazı durumların asamblaj etkiyle de kendini iyi açıklayamadığını gördüm. Böylelikle yerleştirmelere ihtiyaç duydum. Kısaca anlatırsam değişen vurgular farklı malzeme ihtiyacı yarattı

 -             Sanatınızda tektipleşme, bireyin topluma katılması ve medeniyet içinde özgün özelliklerini git gide kaybetmesi temel meseleniz gibi geliyor bu düşünceye nasıl bakarsınız?

Konunun temeline bakarsanız işleri çıkış noktasından, bir sonraki noktaya getirmeye çalışırken tek tip olma durumundan faydalandığım doğru. Çok büyük bir kısmı da kendi tecrübelerimden elde ettiğim varsayımlardı. Ama Tek tip olma durumu şu anda vardığım yerin çok gerisinde , yola başlarken bu olayla ilgi işler yapmam dönemin disiplin toplumu olduğunu düşünmemle de alakalıydı. O dönem kendimi  disiplin toplumunun var ettiği tek tip olma durumuyla daha çok ilişkili görürken. Şu anda Denetim toplumunun kendini var etme biçimlerinden Medeniyet anlatısıyla daha ilişkili görüyorum.
Daha önce bir çocuğa  sen bunu yapma dediğin zaman o çocuğun onu  yapmasını engellediğimi düşünürken şimdi o çocuğa onu yapma alanı  bırakıp onu gözetleyerek te engelleyebileceğimi gördüm.

-              İktidar kavramı bu noktada eserlerinizde nasıl bir yerde duruyor ve ne önem taşıyor?

Aslında hiçbir zaman direkt olarak iktidar kavramıyla ilgilenmedim. Her zaman toplumun durumunu ,yerini merak edip kavramaya çalıştım. ama toplumun hangi yönüyle ilgilenirsen ilgileneyim beraberinde zaten iktidar kavramını da almış oldum. İktidardan ayrı bir şekilde değerlendirmem zaten imkansızdı. Bu yüzden iktidarla ilgilenmek için ayrı bir çaba sarf etmedim. Etmiyorum da …Ama ondan da bir türlü kaçamadım.

 -             Şu anda araştırmakta olduğunuz farklı konular var mı neler üstünde çalışıyorsunuz?

özel olarak araştırdığım bir konu yok ama kafamı kurcalayan şeyler var. Bu aralar bir cezaevinde çalışıyorum. Karşılaştığım enteresan durumlar var bu olayların bende nasıl bir etki bırakacağını bilmiyorum. Belki şimdi değil ama ilerde bu durumla ilgili bir şeyler yapabilirim.


İhsan Oturmak Three Flawed Operations - Tribe, School, Civilization
İhsan Oturmak's first solo show will open on the 12th of February at Depo. The exhibition curated
 by
 Engin Sustam brings together paintings and installations which mostly depict groups of children in
black and blue uniforms, in a manner that makes singularities more indistinct, creating a sense of
 an uninterrupted continuation and repetition.


In "Three Flawed Operations" the artist deals with civilization narrative which seems to develop
sequentially from tribe to school and investigates social control mechanisms that are designed
by the
 state as sacred procedures. Certain symbols of correction and assimilation of the 19th century
 imperial tribal schools which were spaces of education and correction for children from Kurdish,
Arabic and Albanian tribes and later educational institutions of the republic are critically rendered
 in Oturmak's works. The exhibition also presents an introduction to the flawed histories of
education, correction and eradication tools which take over micro spaces, stories and bodies
 through the so called "civilization" discourse and that of the sovereign who utilizes them.

                                            Cumhuriyet,Hayatımızın Kara Tahtası Nazlı Pektaş

1973 yılında,  kültür ve sanat alanında uluslararası bir ağ oluşturulması amacıyla Nejat Eczacıbaşı tarafından kurulan İstanbul Kültür Sanat Vakfı, yıllardır sanatın her alanında bu ağı gittikçe genişleterek ve sağlamlaştırarak yoluna devam ediyor. Bienaller ve festivaller; müzik, sinema, tiyatro, çağdaş sanat ve son olarak da tasarım alanında izleyiciyi hem kendi coğrafyamızdan hem de farklı coğrafyalardan, alanlarında usta ve uzman isimlerle karşılaştırıyor. İKSV, 2009’dan bu yana Paris’in merkezinde yer alan ve 1965 yılından bugüne dünyanın farklı coğrafyalarından 18 binden fazla sanatçıya çalışma ve yaşama olanağı sağlamış köklü bir sanat kurumu olan Cité Internationale des Arts’da, Türkiye’den sanatçıların katılabileceği misafir sanatçı programına katkıda bulunuyor. Program, TC Kültür ve Dışişleri Bakanlıklarının himayesinde, İKSV, Simit Derneği ve Cité des Arts işbirliğiyle başlatıldı ve İKSV’nin koordinasyonunda 2029 yılına dek sürecek. 
 Misafir sanatçı programının 2013 yılındaki ilk konuğu  sayfalarımızdan da takip ettiğiniz gibi İhsan Oturmak. Şikayet etmekte zorlandıklarımız hakkında resimler yapan İhsan Oturmak; Türkiye’yi karatahtaya kaldırıyor ve adını tahtaya yazıyor. Bu kez tek ayak üstünde durma sırası kimde?
1987 Diyarbakır doğumlu ve 2012’de eğitimini Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resim İş Öğretmenliği bölümünü bu yıl bitiren genç sanatçı ile yolculuk öncesi konuştuk
-Rotary Resim Yarışması'nda bu yıl  henüz okulunu bitirmemiştin ki büyük ödülün sahibi oldun. Resim yarışmaları çok şey değiştirir mi genç sanatçının yaşamında?

-Yarışmalar resim öğrencilerinin arasında hep önemli olmuştur özellikle de maddi açıdan. Ben yaptığım işlere çok güveniyordum iyi  bir şeyler olacağını düşünüyordum. Ödülü aldım bu maddi ve manevi açıdan önemliydi. Ama İstanbul’daki galeriler hemen peşime falan düşmediler öyle popüler bir şeyler olmadı. Ama başka bir şey oldu. Tesadüf eseri, sergilemenin olduğu yerden geçen Louis Vuitton küratörleri Herve Mikaeloff ve Marie Ange Moulonguet resimlerimle ilgilendiler. Şimdi resimlerim Paris’teki Louis Vuitton Champs Elysees mağazasında yer alan sanat merkezi Espace Culturel’de açılan 11 çağdaş Türk sanatçının eserlerinden oluşan “Yolculuklar: Günümüzün Türkiye’sinde Gezintiye Çıkmak” sergisinde 6 ocak’ a kadar sergilenecek. Başka genç sanatçıları bilmiyorum ama bir resim yarışması yolculuğumu hızla değiştirdi.

-Hızlı bir başlangıç seninki. Şimdi yine Paris’e gidiyorsun. Bu kez üreterek ve yaşayarak orada olacaksın. Seni korkutan bir şey var mı?

-Hep eleştirdiğim şeyden korkuyorum: Tek tipleşmekten makineleşmekten. Sıf talep var diye resim yapmak istemiyorum. Çünkü ben samimi işler yapmayı seviyorum. Sorunlar üzerine odaklanıyor bezen geçmişe gidiyor bazen bugünde yakalıyorum. Tuvalin karşısına geçtiğimde neyi yapacağımı biliyorum. Örneğin hem yarışmada sergilenen hem de Paris’e giden öğrenciler serilerdeki resimlerimde, okuldaki sistemle, dışarıdaki sistemi ilişkilendirmeye çalıştım. Bu ilişki bir süre daha  devam edecek. Doğuda terk edilmiş bir köy okulu gezdim. Eskici ve antikacılarda dolaşıyorum. Ev sahibim bir öğretmen, ondan okul fotoğraflarını aldım ve hikayelerini dinledim. Bu gerçekliği takip ediyorum ve bu Paris’te de sürecek.

-Bu gerçeklik üzerinden devam edelim ve hep eleştirdiğin tek tipleşme meselesini derinleştirelim.

Soyut dünyalarda boğulmaktan korkan biri oldum hep. Dolayısıyla varolan şeylerle ilgileniyorum ve toplumda olan bitenden de soyutlanmak istemiyorum.Öğrenciler serisinden önce toplum içindeki insanları birbirinden ayıramadığım bir dönemim olmuştu. Onları algılayamıyordum ve makineleştiklerini düşünüyordum. Bunu sorgulamaya başladım. Kapitalist sistemin bir sonucu muydu? Başka sebepleri var mıydı? Bir yandan da birbirlerini tekrar eden figürler yapıyordum. Derken çocukluğu hatırladım. Okulu, sınıfı arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi. Hafızamdakiler ve çevremdekiler tek tipleşmede ortak bir zeminimiz olduğunu gösteriyordu: Eğitim sistemimiz. Ve öğrencileri konu ettiğim resimler ortaya çıktı. Eleştirdiklerimi tahta önünde resmettiğim çocuklarla ve tahtaya yazdıklarımla anlatmaya çalışıyorum. O tahtalarda, konuşanlar yazıyor, arkadaşlar lütfen konuşmayın yazıyor, şişko Ahmet yazıyor, hepimizin tekrarlamaktan usandığı Ali ata bak yazıyor… O tahtanın önünde tek ayaküstünde duran çocuklar var.

-Türkiye coğrafyasında ilkokul mezunu olabilmiş herkesin kara tahtasında yuttuğu tebeşir tozlarını kusuyorsun adeta…


 Beyaz yakalı siyah önlüklerimiz , maviler ve şimdi serbest kıyafet. Beyinler aynı kaldığı sürede elbise sadece bir araç. Birileri farklılıklara karşı çıktığında cezalandırılıyor tahta önünde.Tek tipleşmek çocukluğumuzdan geliyor. Farklılaştığımızda hemen tahtaya adımız yazılıyor. Çok konuştuğumuzda tek ayak üstünde bekliyoruz. Askeri sistemle yetiştirildik ve birbirimize benzetilmeye çalışıldık hep.

                                              Hürriyet ,Ertuğrul Öztürk

500 kilometre yürüyen çocuk

13 Ekim 2012
Geçen salı Vuitton’un Asnières’de yaptırdığı evde, şöminenin yanında elimde bir şampanya kadehi, bu olağanüstü estetik yolculuğunu düşünüyordum. Etraf onun ilk tasarladığı valizlerle, sandıklarla doluydu. Orada bir kere daha anladım: Bazen, hatta her zaman, yolculuk bazen gidilecek yerden daha heyecan vericidir.
Geçen salı günü Paris’in hemen bitişiğindeki Asnières’deki evin bahçesine girerken yine Visconti’nin ‘Venedik’te Ölüm’ filminin ilk sahnesini hatırladım.
Profesör Eisenbach bir vaporettoyla Venedik’e girmektedir.
Yanında büyük valizler vardır.
Çünkü bir sanat güzelliği profesörünün giyeceklerini taşımak için çok valiz gerekmektedir.
/images/100/0x0/55eb5acaf018fbb8f8bbcc29O sahne bana, yolculuk estetiğini anlatır.
Bir de şu harika cümleyi:
“Bazen yolculuk gidilecek yerden daha güzeldir...”
Bahçenin içindeki kapıdan Eisenbach estetiğini aratmayan bir eve giriyorum. Her santimetresine ‘art nouveau’nun pastel estetiği sinmiş.
Bir estetik mabedindeyim...
Yanan şöminenin yanındaki koltuğa oturuyorum, bir kadeh şampanya alıyorum...
Ve bundan tam 177 yıl önce başlayan bir yolculuğu düşünmeye başlıyorum.
YAĞMURLU BİR GÜNDE 13 YAŞINDA BİR ÇOCUK
1835’in yağmurlu bir günüydü. O gün, Fransa’nın doğusundaki bir köyde, bir çocuk evini terk ediyordu.
Jura bölgesinde, Anchay adlı bir köyde 1821’de doğmuştu. Marangozlukla uğraşan bir babanın çocuğuydu. Daha 10 yaşında annesini kaybetmiş, babasının sonradan evlendiği üvey anneyle bir türlü geçinememişti.
Erkek bir Cinderella hikâyesiydi yani...
O yağmurlu günde evini terk etmeye karar verdiğinde henüz 13 yaşındaydı. Üstünde yırtık pırtık bir elbise; elinde bir çıkın, ayağında ayakkabı bile denmeyecek bir şey...
Tek hedefi vardı...
Paris...
Ve Paris, 500 kilometre uzaktaydı.
Yolculuğa başlıyordu. Yürüyerek gidecekti.
O ÇOCUĞUN ADI LOUIS VUITTON’DU
İki yıl boyunca yürüdü.
Sadece yatacak yer ve ağzına koyabileceği bir yemek için, nerede iş bulduysa, orada çalıştı.
Paris’in varoşlarına vardığında, tam iki yıl geçmişti.
Yıl 1837’ydi. Fransa sanayi devrimine hazırlanıyordu. Bir yandan ekonomi, bir yandan işçi sınıfı büyüyordu. Bir de salgın hastalıklar... Hava ‘Venedik’te Ölüm’ filminin havasıydı. Bir yanda aristokrasi, ufuktaki burjuvazi...
Öte yanda sefalet... Ölüm.
Paris Komünü’ne, barikatlara sadece 34 yıl vardı.
O gün Paris’e giren çocuğun adı Louis Vuitton’du...
İki yıl süren yolculuğu boyunca elinde sadece bir çıkın vardı. Ama o, valizleri hayal ediyordu...
Uzun yolculuklarda insanın her şeyini taşıyacak valizleri...
Ya kader ya da kendi yazdığı alınyazısı onu Monsieur Marechal adlı bir ustanın yanına getirmişti.
Sandık yapıyordu. Yani içine ürünlerin, eşyaların konulacağı sandıklar...
Valizin prehistoryası da diyebilirsiniz.
Çok becerikliydi ve kısa sürede Paris’in en iyi sandık ustası olarak tanınmaya başlamıştı.
İşte tam o sırada şans kapısını çaldı.
Şansın adı Eugenie de Montijo’ydu...
Üstelik bu şans bir darbeyle gelecekti.
/images/100/0x0/55eb5acaf018fbb8f8bbcc2dNAPOLYON BAŞA GEÇİNCE ŞANS GÜLDÜ
2 Aralık 1851, Fransa’nın siyasi tarihinde çok önemli bir gündür.
Louis Napoleon Bonaparte o gün bir darbeyle iktidarı ele geçirmişti. İki yıl sonra Üçüncü Napoleon adı altında imparator ilan etmişti kendini.
Napolyon’un karısı bir İspanya düşesi olan Eugenie de Montijo’ydi. Louis Vuitton’un sandık yapmadaki ustalığını öğrenince onu saraya davet etmişti. Böylece Paris’e gelişinin 18’inci yılında Saray’ın sandıklarını yapan usta haline gelmişti.
Tabii söz konusu saray olunca, sandığın adı da artık valiz olacaktı.
Louis Vuitton’un yolculuk estetiğini geri dönülmez şekilde değiştirecek büyük yolculuğu başlıyordu.
Ve valiz anlayışında devrimler geliyordu. Buharlı gemiler ve demiryolları seyahat fikrini gerçeğe çevirmişti. Kolonyalizm, dünyayı gezen maceraperestler, askerler yaratmıştı. Sanayi devrimiyse gezen burjuvaları...
İnsanlar artık uzaklara gidiyordu.
VALİZ DEVRİMİ BÖYLE BAŞLADI
O güne kadar valizler deriden yapılıyordu. Ancak deri su geçiriyordu. Louis Vuitton su geçirmez gri kanvası buldu.
Sonra ikinci devrim geldi. O güne kadar üstü bombeli valizler vardı. Çok yer kaplıyordu. O, dikdörtgen valiz...
En büyük devrimler, en basit fikirlerden, en aptalca sorulardan doğar. Yani birinin çıkıp, neden ille de bombeli valiz diye sorması gerekiyordu, o sordu.
Ve yaptı.
Sonra, ‘marka devrimi’ geldi. Daha 1888’de Louis Vuitton markasını tescil ettirdi. Artık şöhreti Fransa’nın dışına çıkmıştı. İlk siparişlerden birini Hidiv Emiri İsmail Paşa verecekti. Daha sonraları 2. Abdülhamid’in büyük siparişleri gelecekti. Kıymetli taşlarını saklamak için bir sandık ısmarladığı bile rivayet edilecekti. Bir ihtimal, o günkü sipariş kayıtları, önümüzdeki yıl İstanbul’da sergilenecek.
Yerine geçen oğluysa1896’da bugün bütün dünyanın tanıdığı ‘LV’ harflerinden oluşan o ünlü monogramı yapacaktı.
177 yıl önce, hayalperest bir çocuğun çıktığı yolculuk, bugün 25.9 milyar dolar piyasa değerine sahip küresel bir şirkete dönüşecekti.
2010’da yapılan bir araştırmaya göre dünyanın en kuvvetli 29’uncu markasıydı.
ÜST KATTAKİ AİLE MÜZESİNDE GÖRDÜKLERİM
Geçen Salı işte bu insanın Asniers’de yaptırdığı o evde, şöminenin yanında elimde bir şampanya kadehi, bu olağanüstü estetik yolculuğunu düşünüyordum.
Biraz sonra Louis Vuitton’un bir yöneticisi beni, küçük bir kapıdan geçirip, üst kattaki aile müzesine sokacaktı.
Etraf onun ilk tasarladığı valizlerle, sandıklarla doluydu.
Orada bir kere daha anladım.
Bazen, hatta her zaman, yolculuk bazen gidilecek yerden daha heyecan vericidir.
Akşamüzeri o evden çıkıp, bir başka yolculuğa çıkacaktım. Bu defa ucu Türkiye’ye uzanan bir yolculuk olacaktı bu....
Salonun kapısına yukardan aşağı, kuş tüyünü andıran, bembeyaz peluşlar sarkıtmışlar. Aralayarak girmeye çalışıyorsunuz ama epey boğuşuyorsunuz. Tam bittiğini düşündüğünüz sırada bu defa simsiyah peluşlar çıkıyor karşınıza.
Zorla aralayıp adımınızı attığınızda, simsiyah bir odaya giriyorsunuz. İşte orada karanlık bir Zen seansı başlıyor. Karanlık salonun tam ortasında yukardan aşağı bir ip sarkıyor.
Ucunda ışıklı, büyük, dönen bir küre var. Biraz ilerde ikinci bir odada bir başka küre daha sarkıyor. Bildik gibi gelen bir müzik çalıyor. Biraz sonra anlıyorsunuz ki, Villa-Lobos’un ‘Bachianas Brasileiras’ı çalıyor. Ama tersinden...
Hale Tenger’in ‘Strange Fruit’ adlı enstalasyonu, Paris’te ikinci yolculuğumu başlatıyor.
Yer küreye dikkatle bakınca bir şeyi fark ediyorsunuz. Küre de tersine. Yani Kuzey küre aşağıda, güneyse yukarda. Bir anda fark ediyorsunuz ki, yerleşik nizam sarsılınca, algılama da kökünden değişiyor.
Meğer Afrika ne kadar büyükmüş.
Anlıyorum ki, gerçeği tam algılayabilmek için, intizamı bozmak, bize empoze edilene kafa tutmak gerekirmiş.
İLKOKUL ÖNLÜKLERİNDEN ESİNLENEN TABLOLAR
Louis Vuitton’un, Champs Elysées’deki mağazasının en üstü bir sanat galerisi. Burada her yıl bir ülkenin sanatına yolculuk yapılıyor.
Bu yılki yolculuk Türkiye’ye...
11 sanatçı seçmişler.
Murat Akagündüz, Halil Altındere, Silva Bingaz, Canan, Gözde İlkin, Murat Morova, İhsan Oturmak, Ceren Oykut, Tayfun Serttaş, Ali Taptık ve Hale Tenger...
Çok etkileyici bir sergi. Yerim müsait olsaydı, her birini uzun uzun anlatmak isterdim.
Paris’in merkezinde, modern Türk sanatına yolculuk insana çok iyi geliyor.
Serginin sonunda İhsan Oturmak’ın ilkokul önlüklerinden esinlenen tablolarına takılıyoruz. Türklerin hayatındaki en çarpıcı ikonalardan biri bu.
Bir davetli, sosyolog Nilüfer Göle’ye soruyor: “Siz de önlük giymiş miydiniz?”
/images/100/0x0/55eb5acaf018fbb8f8bbcc31Gülerek cevap veriyor: “Ne zaman çıkardım ki...”
Çıkarken Louis Vuitton’un vitrinlerine takılıyorum. Bu yıl vitrin dizaynını ünlü Japon sanatçısı Yayoi Kusama yapmış. Vitrinin üzerinden aşağı doğru kayan ahtapot kollarındaki rengarenk düğmeler beni Namık Kemal Lisesi’ne götürüyor.
Orada lakabımın ‘Ahtapot’ olduğunu hatırlıyorum.
Bir de hiçbir başarının tesadüfi olmadığını...
Louis Vuitton böyle bir başarı hikayesi...
KOMPLEKSSİZ İŞBİRLİĞİ
Hayalperest, maceraperest, isyankar bir çocuk; yerleşik nizamı sarsan yenilikler...
Ve şimdi Marc Jacobs gibi olağanüstü bir tasarımcıyla hiçbir komplekse kapılmadan işbirliği...
Bir de sanat...
O vitrin sadece bana değil, bütün işadamlarına ve kadınlarına, 21’inci yüzyıl ekonomisinin büyük gerçeğini anlatıyor.
BİR: Artık hiçbir marka, sadece ürettiği ürünle yaşayamıyor.
İKİ: Yanına başka markaları almak, sosyal sorumlulukları yüklenmek ve bir de sanata açılmak gerekiyor.
Yani marka, hiç kıskançlık yapmadan, komplekse kapılmadan, başka markalarla yan yana gelebilmeli.
Tabii önce markalaşmış insanlarla..

23 Kasım 2015 Pazartesi