13 Mart 2017 Pazartesi

İstanbul Art News Zafer Aracagök

Hal Foster o ünlü "Kim Korkar Neo-Avantgarde'dan?" yazısını yazarken Freud'un geç dönem psikanaliz araştırmalarına yoğunlaşmış, ve ilk defa Lyotard tarafından kullanılan "ikinci travmanın gerekliliği" (Nachträglichkeit ya da gecikmiş müdahele) olgusunu Lyotard'a hiç referans vermeden kullanmış ve böylece "Neo-Avantgarde" adını verdiği sanatçıları aklayabilmişti. Kuşkusuz hedefinde, bir zamanlar Avantgarde'a en derin kuramsal yaklaşımı getirmiş Peter Bürger'i eleştirmek de vardı.

İşin aslı şuydu ki Lyotard kendi icadı olan ve uzun yıllar bilhassa Amerikalı sanat yazarlarının ağzında sakız olmuş "postmodern" kavramından oldukça sıkılmış; zaman içinde bu kavramın nasıl içinin boşaltığının farkına vararak modernizm konusunda yeni bir şeyler söylemek istemişti. Düşünüre göre, asıl mesele artık modern ile postmodern arasında görülmektense, modern ile modern öncesi arasında aranmalıydı çünkü modernite ile adını andığımız işler kendilerinden önce gelen geleneksel sanat yaklaşımıyla aralarında bir uçurum yaratmış, adeta bir travma oluşturmuştu. Bu travmanın temel sorunu ise belli bir yer ya da zaman dahilinde orijininin tespit edilememesinde yatıyordu. Örneğin, çizgisel tarihsel akış bağlamında geçmişe baktığımızda İsa'nın doğum tarihi ya da Fransız devriminin gerçekleştiği yer ve zamanı tespit edebiliyorduk ama iş moderniteye geldiğinde bütün tespit etme çabalarımız bazı klasik, geleneksel sanat tarihçileri dışında hep müphem bir alan oluşturuyordu. Bu noktada Lyotard'ın bize önerdiği şey, moderniteyi Freud'un travma araştırmalarına daha sonraları getirdiği yaklaşımla anlamaktı.

Freud'un geç dönem travma araştırmalarını işin içine biraz da nükte katarak anlatmaya çalışacak olursak buna en iyi örnek Kurt Adam vakasıdır. Travmayı tedavi etme yönteminin temel unsurlarını, hatırlamak, tekrar etmek ve üzerinde-çalışmak üçlüsü üzerine kuran Freud, 1910-1914 yılları arasında analiz ettiği Kurt Adam'ın sıkıntılarının çocuklukta başından geçmiş bir taciz olayından kaynaklandığını keşfetmiş ve hastanın çektiği sıkıntıların bu "ilk sahne"nin semptomatik olarak yaşamında sürekli tekrar edilmesinden oluştuğunu farketmişti. Yalnız bu vakada eksik kalan şey, hastanın tedavinin hatırlamak ve tekrar etme öğelerinde takılması ve üzerinde-çalışma safhasına geçememesinde yatıyordu. Dört yıllık tedavi sonucu Freud, Kurt-Adam'ı tedavi ettiği kanaatine varmış ve psikanaliz teorisini sağlam temel taşlarına oturtarak ilerlemenin mutluluğunu yaşamaya başlamıştı. Ta ki 1919'da Kurt-Adam onu tekrar ziyaret edinceye kadar ... Bu buluşma ki hakkında birçok rivayetler vardır: örneğin, Kurt-Adam sadece Freud'un ısrarları üstüne tekrar tedavi olmayı kabul etmiştir ya da zamanında bir Beyaz Rus olarak Avrupa'ya kaçmış bu kişi artık yolsuz kalmış ve her seanstan para aldığı için Freud'u ziyaret etmeye başlamıştır. Durum ne olursa olsun, Freud'un çıkarsamaları psikanaliz teorisini şiddetle sarsmaktadır çünkü Kurt-Adam, Freud'un ilk sahne olarak belirlediği şeye ek olarak başka travmatik sahneler anlatmaktadır. Sonuçta, Freud travmanın nedeni olarak gördüğü ilk-sahnenin tekilliğini bozmak zorunda kalır ve ancak semptomlarının gözlemlenebildiği ilk sahnenin tekil değil ama bir çoğulluk olabileceğinden, bir değil birkaç tane "ilk-sahne" olasılığından sözetmeye başlar. Bu saptayım kuşkusuz Freud'un tedavi iddiasını etkilemekte, işleri iyice işin içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

Bu aşamada, yapılabilecek şeylerden biri Freud'un 1895'te saptadığı (Lacan'ın daha sonra açacağı gibi), Nachträglichkeit kavramına geri dönmektir. Gecikmiş müdahele diyebileceğimiz bu kavrama göre bir travma, eğer söze gelmezliği, hatırlanmazlığı, üzerinde-çalışma'yı reddetmesi yüzünden bir travma haline geliyorsa, travmanın söze gelmesi, dile açılması bir ihtimalle ikinci travmanın vuku bulması aracılığıyla olacaktır. İkinci travma aslında burada bir saatli bomba metaforuyla daha kolay anlaşılabilir. Örneğin, psişik yapıda hasara neden olmuş bir neden ancak çok sonra infilak etmekte ve bu infilak sonucu ilk hasarın nedenleri ortaya çıkabilir hale gelmektedir. Ama Freud dikkatle altını çizer bu geridönüşsel olmaktan çok ilerisini aydınlatacak bir durum yaratır. Yani infilak geçmişte yer almış bir travmadan kaynaklansa da ancak şu anki durumu açıklayabilir. Orijin karanlık kalmaya mahkumdur. Bu yeni yaklaşım Freud'un dahiyane zekası sayesinde, ilk travmayı bir model olmaktan çıkartıp yalnız semptomları aracığıyla izlerinin anlaşılabileceği müphem bir model haline getiriyordu.

Buradan Lyotard'ın postmodern kavramını reddine geri dönecek olursak, düşünürün bize önerdiği şeyin temelde Freud'un hatırlama/tekrarlama/üzerine-çalışma üçlüsü üstüne kurulu bir yöntem olduğunu görebiliriz. Modernite sıfır noktası belirlenemeyen travmatik bir olgudur ve düşünürün daha önce postmodern dediği şey bu travmanın mümkün semptomlarından biri olarak görülmelidir. Asıl ayrım pre- ya da post- gibi öncüllerde aranmaktan çok "şimdi" dediğimiz o ele geçmez anı elegeçmezliği içinde yazıya dökebilmektir. Bu noktada Lyotard bize "yeniden-yazmak" gibi bir eylem önerir. Modernitenin karşısında yapabileceğimiz tek şey o sıfır noktasını, o ele geçmez başlangıç noktasını her defasında üretmeden üreterek yeniden-yazmaktır. Aynı Freud'un yönteminde olduğu gibi modernizmi algılama biçimimimiz geridönüşsel olmaktan çok doğrudan hatırlama/tekrarlama/üzerine-çalışma üçlüsü temelinde kurulabilir ve yeniden-yazma eylemi ancak şu ana ışık tutabilir.

Hal Foster'ın Peter Bürger'e yönelttiği temel ayrımı Freudcu kurama girmeden önce anmakta fayda var. Bürger'e göre avantgarde tarihsel olarak tekrar edilemez; tarihin çizgisel akışı içinde derin bir kırılmaya yolaçmış, hayat ile sanat arasındaki ayrımın yokolmasını savunmuş bir harekettir. Bürger'in bu iddiasını burada ayrıntısına girmeyeceğim türde Marksist bir analize tabi tutan Foster ise hangi dilbilimsel ya da yapıçözümsel yaklaşımdan kaynaklandığı belli olmayan bir biçimde temelde şöyle bir soru sorar: Hangi hayat? Hangi sanat? Bu iki terimin ne anlama geldiğini kapitalist üretim mekanizmalarının farkında olan herkes bilebilir ancak Foster'ın temel argümanı Neo-Avantgarde adını verdiği, 1950 ve 60'larda Amerika ve Avrupa'da üretilmiş sanatı yukarıda sözünü ettiğimiz Nachträglichkeit kavramı üstüne oturtarak, bunun tarihsel avantgarde ile bir süreklilik içinde olduğunu göstermektir.Yani, tarihsel avantgarde sanat anlayışımızda bir travma oluşturmuşsa bu travmanın ne olduğu ancak daha sonra gelen ikinci travma, neo-avantgarde sayesinde olabilir. Ancak Foster'ın yorumunda Freud'un dikkatle altını çizdiği nokta gözardı edilmiş gibidir. İlk travmanın ikinci travma sayesinde açıklanabileceği inancı Foster'ı ele geçirmiş ve o yüzden Peter Bürger'in kötü bir taklit olarak çöpe attığı neo-avantgarde sanatçıların da dile getirmek istediği bazı şeyler olabileceğini, neo-avantgarde sanatçıların tarihsel avantgardın dile getirmek isteyip de getiremediği şeyleri dillendirdiklerini iddia etmektedir. Bir başka deyişle, ilk travma ikinci travmanın bilinebilir modeli olarak düşünülmektedir.

Şimdi, Lyotard ve Foster karşılaştırmasından yola çıkarak günümüzün Türkiye'sine gelmek ve Türkiye'de çağdaş sanat konusunda birkaç yorumda bulunmak istiyorum. Modernite adını verdiğimiz travmanın kuşkusuz türlü sosyal, siyasal, ekonomik koşulları vardı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda her ulus devletin kuruluşunda olduğu gibi türlü travmalar yumağı oluşmuştu. Bugün kavramsal sanat bazında galerilerde gördüğümüz işlerin çoğunlukla "informatik" (bilgilendirici) olmasının nedeninin belki bu travmanın izlerinin Borgesvari bir şekilde bir zamanlar bütün ülkeyi kaplayan devasa bir haritadan geriye kalan  kırıntılar olarak travmayı açıklama çabası olduğunu söyleyebiliriz: Günümüzden geçmişe tutulan ışığın geçmişle birlikte günümüzü aydınlatması. Öte yanda, bu travmayı/travmaları yeniden-yazma özeniyle iş üreten kişiler de var kuşkusuz (Bkz: İhsan Oturmak/Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet). Geçmişin karanlığının nasıl ve hala günümüzü karartmaya devam ediyor oluşu. Her iki durum için de söylenebilecek çok şey var elbette.

Nachträglichkeit bağlamında çağdaş sanatımızda olan şey modernite travmasının ele geçmezliği içinde yeniden-yazımı mıdır, yoksa ikinci bir travma sayesinde ilk travmayı hatırlayarak galerileri ansiklopediye çevirmek midir? Peki ya ikinci travma nedir/nerededir? Niçin süslü püslü objelerle bir neandertalizm kutlaması devam etmektedir?

Psikanaliz belki mezarından kaçmak isteyen bir zombie gibidir. Kaçtığı zamansa hiç bir yerde bulunmaz çünkü tabutunu hiç terketmemiştir. Her iki durum için de geçerli şey çoğu zaman neyi hatırlayacağımızı unutmuş olmamızdır.