13 Mart 2017 Pazartesi

İstanbul Art News Zafer Aracagök

Hal Foster o ünlü "Kim Korkar Neo-Avantgarde'dan?" yazısını yazarken Freud'un geç dönem psikanaliz araştırmalarına yoğunlaşmış, ve ilk defa Lyotard tarafından kullanılan "ikinci travmanın gerekliliği" (Nachträglichkeit ya da gecikmiş müdahele) olgusunu Lyotard'a hiç referans vermeden kullanmış ve böylece "Neo-Avantgarde" adını verdiği sanatçıları aklayabilmişti. Kuşkusuz hedefinde, bir zamanlar Avantgarde'a en derin kuramsal yaklaşımı getirmiş Peter Bürger'i eleştirmek de vardı.

İşin aslı şuydu ki Lyotard kendi icadı olan ve uzun yıllar bilhassa Amerikalı sanat yazarlarının ağzında sakız olmuş "postmodern" kavramından oldukça sıkılmış; zaman içinde bu kavramın nasıl içinin boşaltığının farkına vararak modernizm konusunda yeni bir şeyler söylemek istemişti. Düşünüre göre, asıl mesele artık modern ile postmodern arasında görülmektense, modern ile modern öncesi arasında aranmalıydı çünkü modernite ile adını andığımız işler kendilerinden önce gelen geleneksel sanat yaklaşımıyla aralarında bir uçurum yaratmış, adeta bir travma oluşturmuştu. Bu travmanın temel sorunu ise belli bir yer ya da zaman dahilinde orijininin tespit edilememesinde yatıyordu. Örneğin, çizgisel tarihsel akış bağlamında geçmişe baktığımızda İsa'nın doğum tarihi ya da Fransız devriminin gerçekleştiği yer ve zamanı tespit edebiliyorduk ama iş moderniteye geldiğinde bütün tespit etme çabalarımız bazı klasik, geleneksel sanat tarihçileri dışında hep müphem bir alan oluşturuyordu. Bu noktada Lyotard'ın bize önerdiği şey, moderniteyi Freud'un travma araştırmalarına daha sonraları getirdiği yaklaşımla anlamaktı.

Freud'un geç dönem travma araştırmalarını işin içine biraz da nükte katarak anlatmaya çalışacak olursak buna en iyi örnek Kurt Adam vakasıdır. Travmayı tedavi etme yönteminin temel unsurlarını, hatırlamak, tekrar etmek ve üzerinde-çalışmak üçlüsü üzerine kuran Freud, 1910-1914 yılları arasında analiz ettiği Kurt Adam'ın sıkıntılarının çocuklukta başından geçmiş bir taciz olayından kaynaklandığını keşfetmiş ve hastanın çektiği sıkıntıların bu "ilk sahne"nin semptomatik olarak yaşamında sürekli tekrar edilmesinden oluştuğunu farketmişti. Yalnız bu vakada eksik kalan şey, hastanın tedavinin hatırlamak ve tekrar etme öğelerinde takılması ve üzerinde-çalışma safhasına geçememesinde yatıyordu. Dört yıllık tedavi sonucu Freud, Kurt-Adam'ı tedavi ettiği kanaatine varmış ve psikanaliz teorisini sağlam temel taşlarına oturtarak ilerlemenin mutluluğunu yaşamaya başlamıştı. Ta ki 1919'da Kurt-Adam onu tekrar ziyaret edinceye kadar ... Bu buluşma ki hakkında birçok rivayetler vardır: örneğin, Kurt-Adam sadece Freud'un ısrarları üstüne tekrar tedavi olmayı kabul etmiştir ya da zamanında bir Beyaz Rus olarak Avrupa'ya kaçmış bu kişi artık yolsuz kalmış ve her seanstan para aldığı için Freud'u ziyaret etmeye başlamıştır. Durum ne olursa olsun, Freud'un çıkarsamaları psikanaliz teorisini şiddetle sarsmaktadır çünkü Kurt-Adam, Freud'un ilk sahne olarak belirlediği şeye ek olarak başka travmatik sahneler anlatmaktadır. Sonuçta, Freud travmanın nedeni olarak gördüğü ilk-sahnenin tekilliğini bozmak zorunda kalır ve ancak semptomlarının gözlemlenebildiği ilk sahnenin tekil değil ama bir çoğulluk olabileceğinden, bir değil birkaç tane "ilk-sahne" olasılığından sözetmeye başlar. Bu saptayım kuşkusuz Freud'un tedavi iddiasını etkilemekte, işleri iyice işin içinden çıkılmaz hale getirmektedir.

Bu aşamada, yapılabilecek şeylerden biri Freud'un 1895'te saptadığı (Lacan'ın daha sonra açacağı gibi), Nachträglichkeit kavramına geri dönmektir. Gecikmiş müdahele diyebileceğimiz bu kavrama göre bir travma, eğer söze gelmezliği, hatırlanmazlığı, üzerinde-çalışma'yı reddetmesi yüzünden bir travma haline geliyorsa, travmanın söze gelmesi, dile açılması bir ihtimalle ikinci travmanın vuku bulması aracılığıyla olacaktır. İkinci travma aslında burada bir saatli bomba metaforuyla daha kolay anlaşılabilir. Örneğin, psişik yapıda hasara neden olmuş bir neden ancak çok sonra infilak etmekte ve bu infilak sonucu ilk hasarın nedenleri ortaya çıkabilir hale gelmektedir. Ama Freud dikkatle altını çizer bu geridönüşsel olmaktan çok ilerisini aydınlatacak bir durum yaratır. Yani infilak geçmişte yer almış bir travmadan kaynaklansa da ancak şu anki durumu açıklayabilir. Orijin karanlık kalmaya mahkumdur. Bu yeni yaklaşım Freud'un dahiyane zekası sayesinde, ilk travmayı bir model olmaktan çıkartıp yalnız semptomları aracığıyla izlerinin anlaşılabileceği müphem bir model haline getiriyordu.

Buradan Lyotard'ın postmodern kavramını reddine geri dönecek olursak, düşünürün bize önerdiği şeyin temelde Freud'un hatırlama/tekrarlama/üzerine-çalışma üçlüsü üstüne kurulu bir yöntem olduğunu görebiliriz. Modernite sıfır noktası belirlenemeyen travmatik bir olgudur ve düşünürün daha önce postmodern dediği şey bu travmanın mümkün semptomlarından biri olarak görülmelidir. Asıl ayrım pre- ya da post- gibi öncüllerde aranmaktan çok "şimdi" dediğimiz o ele geçmez anı elegeçmezliği içinde yazıya dökebilmektir. Bu noktada Lyotard bize "yeniden-yazmak" gibi bir eylem önerir. Modernitenin karşısında yapabileceğimiz tek şey o sıfır noktasını, o ele geçmez başlangıç noktasını her defasında üretmeden üreterek yeniden-yazmaktır. Aynı Freud'un yönteminde olduğu gibi modernizmi algılama biçimimimiz geridönüşsel olmaktan çok doğrudan hatırlama/tekrarlama/üzerine-çalışma üçlüsü temelinde kurulabilir ve yeniden-yazma eylemi ancak şu ana ışık tutabilir.

Hal Foster'ın Peter Bürger'e yönelttiği temel ayrımı Freudcu kurama girmeden önce anmakta fayda var. Bürger'e göre avantgarde tarihsel olarak tekrar edilemez; tarihin çizgisel akışı içinde derin bir kırılmaya yolaçmış, hayat ile sanat arasındaki ayrımın yokolmasını savunmuş bir harekettir. Bürger'in bu iddiasını burada ayrıntısına girmeyeceğim türde Marksist bir analize tabi tutan Foster ise hangi dilbilimsel ya da yapıçözümsel yaklaşımdan kaynaklandığı belli olmayan bir biçimde temelde şöyle bir soru sorar: Hangi hayat? Hangi sanat? Bu iki terimin ne anlama geldiğini kapitalist üretim mekanizmalarının farkında olan herkes bilebilir ancak Foster'ın temel argümanı Neo-Avantgarde adını verdiği, 1950 ve 60'larda Amerika ve Avrupa'da üretilmiş sanatı yukarıda sözünü ettiğimiz Nachträglichkeit kavramı üstüne oturtarak, bunun tarihsel avantgarde ile bir süreklilik içinde olduğunu göstermektir.Yani, tarihsel avantgarde sanat anlayışımızda bir travma oluşturmuşsa bu travmanın ne olduğu ancak daha sonra gelen ikinci travma, neo-avantgarde sayesinde olabilir. Ancak Foster'ın yorumunda Freud'un dikkatle altını çizdiği nokta gözardı edilmiş gibidir. İlk travmanın ikinci travma sayesinde açıklanabileceği inancı Foster'ı ele geçirmiş ve o yüzden Peter Bürger'in kötü bir taklit olarak çöpe attığı neo-avantgarde sanatçıların da dile getirmek istediği bazı şeyler olabileceğini, neo-avantgarde sanatçıların tarihsel avantgardın dile getirmek isteyip de getiremediği şeyleri dillendirdiklerini iddia etmektedir. Bir başka deyişle, ilk travma ikinci travmanın bilinebilir modeli olarak düşünülmektedir.

Şimdi, Lyotard ve Foster karşılaştırmasından yola çıkarak günümüzün Türkiye'sine gelmek ve Türkiye'de çağdaş sanat konusunda birkaç yorumda bulunmak istiyorum. Modernite adını verdiğimiz travmanın kuşkusuz türlü sosyal, siyasal, ekonomik koşulları vardı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda her ulus devletin kuruluşunda olduğu gibi türlü travmalar yumağı oluşmuştu. Bugün kavramsal sanat bazında galerilerde gördüğümüz işlerin çoğunlukla "informatik" (bilgilendirici) olmasının nedeninin belki bu travmanın izlerinin Borgesvari bir şekilde bir zamanlar bütün ülkeyi kaplayan devasa bir haritadan geriye kalan  kırıntılar olarak travmayı açıklama çabası olduğunu söyleyebiliriz: Günümüzden geçmişe tutulan ışığın geçmişle birlikte günümüzü aydınlatması. Öte yanda, bu travmayı/travmaları yeniden-yazma özeniyle iş üreten kişiler de var kuşkusuz (Bkz: İhsan Oturmak/Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet). Geçmişin karanlığının nasıl ve hala günümüzü karartmaya devam ediyor oluşu. Her iki durum için de söylenebilecek çok şey var elbette.

Nachträglichkeit bağlamında çağdaş sanatımızda olan şey modernite travmasının ele geçmezliği içinde yeniden-yazımı mıdır, yoksa ikinci bir travma sayesinde ilk travmayı hatırlayarak galerileri ansiklopediye çevirmek midir? Peki ya ikinci travma nedir/nerededir? Niçin süslü püslü objelerle bir neandertalizm kutlaması devam etmektedir?

Psikanaliz belki mezarından kaçmak isteyen bir zombie gibidir. Kaçtığı zamansa hiç bir yerde bulunmaz çünkü tabutunu hiç terketmemiştir. Her iki durum için de geçerli şey çoğu zaman neyi hatırlayacağımızı unutmuş olmamızdır.

16 Ocak 2017 Pazartesi

Heinrich Böll dergisi

SERGİ / ÜÇ KUSURLU İŞLEM: AŞİRET, MEKTEP, MEDENİYET; Denetim toplumunun grisi
Heinrich Böll dergisi
https://tr.boell.org/tr/2016/04/13/sergi-uc-kusurlu-islem-asiret-mektep-medeniyet-denetim-toplumunun-grisi

Creator: hbs. All rights reserved.
Anadolu’nun çok kültürlülüğü, militarizm, eğitim ve ceza temasıyla resim dünyasını oluşturan genç sanatçı İhsan Oturmak 12 Şubat – 13 Mart tarihleri arasında İstanbul’daki ilk kişisel sergisi Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet’i Depo’da sergiledi. İhsan Oturmak’la sergisi kapsamında "muktedir"in "mektep"le ilişkisini, buradan nasıl bir "medeniyet" inşa edildiğini konuştuk...
Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet’in çıkış noktası nedir?
İhsan Oturmak: Her şeyden önce ilk başta kendimi, nerede olduğumu, toplumdaki yerimi merak ediyordum. Bu fikirlerin üzerine gitmeye başladığımda, özellikle üniversitede okurken, Anadolu’dan gelenlerin değişimlerine tanık oluyordum. İstanbul’a geldiklerinde çok farklı bir kültürle karşılaşıyorlar. Bu kültüre adapte olmaya çalışırken yaşadıkları değişimi anlamlandırmaya çalışıyordum. Kişi bu yeni yerde, kültürde dikkat çekmeden kamufle olmak istiyor. Farklı biri gibi davranmak dikkat çekmemesini sağlıyor ve kendini öyle kabul ettirmek ona yeni bir kimlik kazandırıyor. Bu fikirler bir süre sonra sorularımı derinleştirme ihtiyacını doğurdu. Bunun sebebini ararken çocukluktan gelen bir altyapının olabileceğini düşündüm. İnsanlar değişmeye küçük yaşta başlatılıyor, bu hissiyat o dönemde oluşturuluyor, ama bu ancak büyüdükten sonra ortaya çıkıyor. Özellikle kendi hayatımda geriye doğru gitmeye çalıştım, değişimin ilkokul eğitimiyle alâkalı olabileceğini düşündüm. İlkokulları araştırmaya başladım.
Resimlerinde bu fikirler kendini nasıl ele vermeye başladı?
Düşüncelerim, hissettiklerim ve yaşadıklarımla yaptığım işler arasında bir paralellik oluşuyor, ben de zaten buna gayret ediyorum, ama bunların yansımalarını hep daha sonra görüyorum. Bir şehirdeyken o şehrin atmosferini yaşıyorum, fakat o şehrin benim üzerimdeki etkisini kavrayamıyorum. Oradaki atmosferi kavrayabilmek için ona başka şehirden, başka bir tarihten de bakmam gerekiyor. Bulunduğum coğrafyada rutin bir atmosfer yaşıyordum. Ne yaşadığımın farkında değildim. Ne zaman ki bölge değiştirmeye başladım, üzerinden zaman geçmiş oldu, daha önce içinde olduğum durumu da kavramış oldum. Yer ve zaman değiştirerek ailemle nasıl vakit geçirdiğimi hatırlamaya, sokağımı düşünmeye başladım. Arkadaşlarımı, kaçtığım okulu, aldığım dersleri, dövüştüğüm çocukları, aslında her şeyi hatırlamaya başladım. Ve böylelikle bir önceye merak duymaya başladım. Merak etmeye başlayınca ister istemez bunların etkilerini işlerimde gördüm.
Diyarbakırlısın. Seni şekillendiren okul yıllarında Diyarbakır nasıl bir yerdi?
Ben üç defa okula gittim. Okul çağına geldiğimde her çocuk gibi okula başladım, ancak o yıl siyasi sebeplerden ötürü okul süresiz kapatıldı. Okulu bırakmış bulundum. 90’lı yıllardan bahsediyorum. Diyarbakır’a, Benusen mahallesine taşındık. Orada başladığım okula 15 gün sonra bu sefer de ben gitmek istemedim. Okulu bıraktım. Daha sonra, ailemin ısrarıyla, okul hayatımı üniversite eğitimine kadar tamamladım. İlkokul birinci sınıfa başladığımda dokuz-on yaşına gelmiştim. İlkokul üçüncü sınıfa geldiğimde yaşıtlarımın okul forması değişti, çünkü onlar ortaokul öğrencisi olmuştu artık. Bende de önlük fobisi oluşmaya başladı. Ortaokula gittiğimde onlar lisedeydi.
Portreler arası diyalog, Nizam (önde). Creator: hbs. All rights reserved.Bu hengamenin içinde resim yeteneğini nasıl keşfettin?
Keşfetmedim, hep resim yapıyordum. Kendimi ifade etmenin en basit yolu oydu. Kendimi bildim bileli, kâğıt kalem bulduğum anda resim yapıyorum.
Öğretmenlerin bu yeteneğinin nasıl farkına vardı?
Ortaokulda bir resim hocamız vardı, kendisi evinde de resim yapardı, evdeki yağlıboya çalışmalarını genelde sınıfta bizimle birlikte tamamlardı. Onun bana verdiği ilk malzeme tavsiyeleriyle yağlıboya resimle tanıştım. İlk yaptığım resim karlı bir çiftlik manzarasıydı. Boyayı kullanabildiğimi ilk o zaman keşfettim. Resim okuma isteği uyanmıştı içimde. Tembel bir öğrenci değildim, derslerimde başarılıydım, fakat Diyarbakır’daki Güzel Sanatlar Lisesi’nin varlığını öğrendikten sonra oraya girmiştim bile.
1990’lardan çıkıp 2000’lere gelirken Güzel Sanatlar Lisesi öğrencisi olmak nasıl bir durumdu, okul nasıldı?
Diyarbakır’da Güzel Sanatlar Lisesi’nde okumak başkadır. Diyarbakır’la bütünleşmeyen bir okuldur. Diyarbakır’ın siyasi tavrının dışında, bir alt-kültür tavrı var. Bu etnik alt-kültürün altyapısını kırdan kente gelenler oluşturuyor. Bu alt-kültür oradaki yaşamı, eğitim durumunu etkiliyor. Siyasi atmosfer de gündelik hayatı çok belirliyor. Oradaki okullarda bu hâkim nüfusu görmek çok olağan, ama  Güzel Sanatlar Lisesi oraya göre entelektüel kaçan bir okul gibi duruyor. Okuldaki çocukların çoğu zaten oralı olan çocuklar değil, birçoğu tayinle gelen öğretmen, asker çocukları. Diyarbakır’da piyano sesi duyduğunuz bir okul herkese nasip olmuyor. Her şey güzel, müzik, resim... Ama Diyarbakır gerçekliğinden çok uzak. İlk gittiğim zaman çok büyüleyiciydi. Oraya gittiğimde farklı bir kültürle tanıştığımın farkındaydım. Resmi sevdiğimi biliyordum, resim yapmayı öğrenmek istiyordum, buna can atıyordum. Resmi kendi hayatından bir çıkış olarak da görüyorsun, bir anda kendine bir kapı, bir yol açmaya başlıyorsun.
Türkçe senin duygu dilin değil, sanat ise duygunun hâkim olduğu bir alan. Dilde yaşadığın bölünme hali resmine nasıl yansıyor?
Resmin dili, dini, imanı yoktur. Görsel dünyayı algılamanla ilgilidir, belki de bu yüzden resmi seçtim. Kendimi sözle ifade etmeyi seven biri değilim zaten. Kendimi görsel olarak anlatabildiğimin farkına vardım. Türkçeyi şiveli konuşuyorum, Kürtçeyi de güzel konuşmuyorum. Şu anda en iyi resmin dilini kullanıyorum.
Üç Kusurlu İşlem’i şekillendiren bir önemli unsur da topladığın fotoğraflar, değil mi?
Geçmiş merakım bir süre sonra fotoğraflara ilgi duymamı sağladı. İnsanları fotoğraflar aracılığıyla tanımaya başladım. İnsanlar nasıl yaşıyordu? Toplumda varolma biçimleri nasıldı? Topladığım fotoğrafların arkalarına düşülen notlara başta dikkat etmiyordum, ama bir süre sonra onlar  da bu işin bir parçası oldu. Her yerden sıradan insanların fotoğraflarını topluyordum. 1940’lardan bir fotoğraf örneğin, Ayşe’nin, Fatma’nın, Ermeni bir kızın.... Okullarda çekilmiş öğrenci fotoğraflarına meraklıydım. Fotoğrafları toplamam iki yıla yakın sürdü, hâlâ devam ediyorum. Bu fotoğraflarla başka dönemlere ait fikirler elde ediyorsun. Bir kitap belki 70’lerin veya 90’ların çok güzel olduğunu söyler, ama fotoğraflar aynı şeyi söylemiyor. Fotoğraflardaki tekil insanların ifadeleri, sözleri bana hakiki geliyor. Fotoğraflardan birinde bir kız ve yanında iki çocuk var, bir sınıfta çekilmiş. Ama arkasındaki yazıyı 24 yaşında yazmış. Şöyle diyor: “Meğer öğretmenimiz komünistmiş...” Benim için önemli olan fotoğraflarda karşılaştığım çocukların zihni, onların nasıl kuşatıldığı.
Oynamak istemiyorum, Islahat-ı elifba ve tekerrür (duvarda). Creator: hbs. All rights reserved.Uzun süre köy okullarını dolaşıyorsun. Köy okullarında ne arıyordun?
Gittiğim okullarda ne aradığımı bilmiyordum, bazen kapanmış bir okulu merak edip incelemek istiyordum. Bazen gittiğim okullarda çocukların resmini yapıyordum. Batman, Diyarbakır, Siirt, Mardin’de onlarca okulu gezdim. Gezerken bazen daha eski tarihli olabilecek şeyleri merak edip onlara odaklanıyordum, bazen isimlere takılıyordum. Örneğin bir köyün Kürtçe ismi Heştdêr, yani Sekiz Kilise anlamına geliyor. Orada zamanında sekiz kilise varmış, bugün kalıntıları tabii ki var, ama başka hiçbir şey kalmamış. Başka bir yerde köy mezarlığıyla Ermeni mezarlığı karşı karşıya. Bunlar basit bilgiler, zaten yürüdüğün an bu ayağına çarpıyor.
Bu tarih ve fotoğraf laboratuarı seni Abdülhamit dönemine nasıl götürdü?
1930’lar sonrası eğitim politikalarıyla ilgili olarak şöyle bir şeye dikkat ettim: Okulların evrensel stratejileri olduğu gibi, bölgesel bazı stratejileri de var. Bunu özellikle köy okullarına giderken fark ettim. Okuma fişlerinde, yazılarda, tebeşirlerde, konuşma şekillerinde bunun izlerini ararken daha önce benzer stratejileri denemiş başka okulların olabileceği ihtimalini de düşündüm. Ama böyle bir okulun cumhuriyetten önce olabileceği ihtimali üzerinde hiç durmadım. Tabii o arada sokakta bulabileceğiniz görsel yazı azalıyor, ister istemez kütüphaneleri incelemek zorunda kalıyorsunuz. Hamidiye Alayları’nı araştırırken öğrendim ki, bu alaya mensup bir aşiret reisi Abdülhamit’e telgraf çekiyor, neden İstanbul’daki Mekteb-i Aşiret-i Hümayun’a bizim çocuklarımız da alınmıyor diye. Bu telgraf üzerine, Abdülhamit tarafından 1892’de açılan bu okula aşiretlerin zengin çocukları da alınmaya başlanıyor. Bu okul, Osmanlı Devleti’nin uğradığı büyük toprak kaybına rağmen elinde kalan bölgelerdeki devamlılığını sürdürmek için aşiretlerle ilişkisini güçlendirmek için kuruluyor. Bu okuldaki eğitim 15 yıl sürüyor, her yıl elliye yakın öğrenci mezun ediyor. Bölgesel gücü elinde bulunduran ailelerin çocuklarının gittiği bir okul.
Serginin adı neden Üç Kusurlu İşlem? Bu ismi vermenin hikâyesi nedir?
Serginin ismini koyarken temelinde benzer kusurları taşıyan sorunları bir araya getirme fikrinden yola çıktım. Özellikle eğitim terimlerinden olan “girdi - işlem-çıktı” bana esin kaynağı oldu. Tüm toplum yapılanmalarının eğitme içgüdüsünü varsayarak, bu durumun disiplinden ziyade denetimle  ilişkili olduğunu  gördüm. Bu denetimin evrensel uygulamaları olduğu gibi, bölgesel hedefleri taşıyan yönlerini de gözardı edemedim. Yakın tarihten günümüze devam ettiği gibi, Osmanlı döneminde de var olan bir durum. Yani şöyle diyebilirim, aşiret ve bölgeleri “girdi”, mektebi “işlem” ve  medeniyeti de “çıktı” olarak tanımladığımda, genel sorunun denetim olduğunu bir nevi ispatlamaya çalıştım.
Zaman içinde Musul, Kudüs, Basra, Halep, Diyarbakır, Bağdat. Karakalem. Creator: hbs. All rights reserved.Bu okullardan mezun olan öğrenciler memleketlerine döndüğünde toplumun önde gelen figürleri haline geliyor. Sen de zaten yaptığın portrelerle onları anıyorsun. Kimlerin portrelerini yaptın? Kim bu insanlar?
Aşiret mektebinde amaç Osmanlı sevgisini aşılamak ve bu aşiretlerin sahibi olduğu toprakları elde tutmaktı. Bu sevgi aşılaması belli bir dönem karşılık buluyor, daha sonraki zamanlarda bazı figürler bu sevgiye zıt tepki veriyor. Okulu kavramaya çalışırken, bu zıt figürlerin okulda olduğu gibi, okuldan sonraki hayatlarında da ön planda olduklarını gördüm. Bunların başında Cibranlı Halit geliyor. Devlete karşı tavır alan bir örgüt kuruyor, faaliyetleri dikkat çekiyor ve öldürülüyor. Molla Hıdır, Hayri Bey gibi isimlerin de benzer hikâyeleri var. Son yaptığım işlerden biri olan Aferin’de de bu zıtlıklar üzerinde durmaya çalıştım. Nasıl oluyor da senin sevgi verdiğin insan senin istemediğin biri haline dönüşüyor? Merak ettiğim buydu; zıtlığın, karşıtlığın durumunu anlamaya çalıştım.
Bu okulda dinî eğitiminin yanı sıra modern bir müfredat da var. Resimlerini yaptığın siyasi figürler memleketlerine döndüklerinde nasıl bir faaliyet içinden sivriliyorlar örneğin?
Örgütleniyorlar. Bu örgütlenme biçimi dönemin iktidar anlayışına büyük zararlar verebilecek duruma geliyor. Tabii, onları örnek alabilecek başka aşiretler de var. Tüm o aşiretlerin böyle bir kolektif harekete dahil olabileceklerini düşündüğümüzde, o dönemin iktidarı açısından hiç de hoş görülmese gerek.
“Mektep” ve “medeniyet” sözcükleri senin için ne ifade eder hale geldi?
Eskisinden farklı olarak “mektep”i bir mekândan ziyade bir işlem yeri gibi algılıyorum. “Medeniyet”i de bir denetim yöntemi gibi. Bu kavramları yola çıkmak için birer araç olarak gördüm aslında.
Yenileşim. Creator: hbs. All rights reserved.Resimlerinin bir hüznü var. Tektip kıyafetlerin içinde duran çocuklar, yetişkinler...
Resmimde ilk dönemlerde grisi az olan renkler kullanıyordum, ama fikirlerim, hayata bakış açım değiştikçe resimlerimde gri ve tonları öne çıktı. Bu renk ve tonların insanların ifadesi üzerinde etkili olduğunu da gördüm. Aslında bu ayrışmayı yaptığım zaman resmin benden daha uzak bir yerde durduğunu hissettim. Böyle durması da iyi hissettiriyor. Gerçeğin içinde değilim, içindeymişim gibi davranıyorum.
Öğretmen, eğitimci olmak bu hikâyeye ne kattı peki?
Okulu bitirince eğitimci olabileceğimi düşünüyordum, ama eğitim üzerine işler üreteceğimi bilmiyordum. (gülüyor) Öğretmenliğimi kendi resmim üzerinde yaptım diyebilirim. Hâkim olduğum bir konu üzerinden işler üretmek öğrenmem gerekenleri minimuma indirdi. Sonuçta soruların bildiğin yerden çıkması iyi olabiliyor.
Aynı zamanda cezaevinde resim dersleri veriyorsun. O nasıl bir deneyim?
O farklı bir deneyim, tıpkı köy okullarına giderken edindiğim deneyim gibi. Seni nereye götüreceğini bilmiyorsun, ama denemek istiyorsun. Haftanın iki günü cezaevine gidiyorum. Toplamda 16 saat orada kalıyorum. Bir koğuşu atölyeye çevirdik. Engellenme hissini çok merak ediyorum. Zaten hayatta engelleniyoruz, ama cezaevi bunun en üst boyutu. Orada resim öğretirken tepende kamera var, yanda infaz memuru seni gözetliyor. Öğretmeye çalışırken gözetlenme fikrini, hareketlerine dikkat etme tecrübesini yaşamak istiyordum. Bu aslında toplumda yaşadığımız denetimin ağırlaştırılmış hali. Şu anda denetlendiğin zaman kendini kötü hissediyorsun, ama öyle bir yere girdiğin zaman denetlenme seviyesi büsbütün artıyor. İster istemez oradan dışarı çıktığın an kendini daha özgür hissediyorsun. Halbuki değilsin. Baskı arttıkça bir alt boyutu seni özgür hissettiriyor, halbuki ikisinde de denetleniyorsun. Her yıl öğrenci sayım değişiyor. Mahkûmlar sürekli cezaevi değiştirdiği için uzun süreli çalışmalar yapamıyoruz. İlk başlarda boncuk işi yapmaya, arabesk işler üretmeye bayılıyorlar, bu da sanırım ezberlerindeki görsel hafızadan geliyor. Öncelikle o kültürü yıkmaya çalıştım, çünkü o kültür onları çok sıradanlaştırmış, psikolojik olarak da onları çok etkilemiş. Epey yol alıyorlar, bir öğrenciyle yedi ay kaldıktan sonra gerçekten güzel bir iş çıkıyor ortaya.

29 Kasım 2016 Salı



           

Olay sadece 'Aşiret Mektebi' değil Erman Ata Uncu Radikal


İhsan Oturmak'ın Depo'da açılan resim sergisi 'Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet'in temelinde, Abdülhamit'in ümmetçi anlayışı doğrultusunda büyük oranda Kürt şehirlerinden öğrencilerin kabul edildiği 1892'de kurulan 'Aşiret Mektepleri' var. Osmanlıca yazılı bir tahta önünde poz veren fesli öğrencilerden beyaz yakalı siyah önlüklü Cumhuriyet çocuklarına, Oturmak'ın aktardığı her manzara, Türkiye'de eğitimi biçimlendiren iktidarın değişmeyen yüzünü gösteriyor: Asık suratlı, ciddi ve bir cendere gibi daraltıcı...
Olay sadece 'Aşiret Mektebi' değil
Devlet dairesi ve gittiği okul arasında herhangi bir fark olmayan kuşak için bu iki kurum arasındaki ilişkiyi kavraması daha da kolaydır muhtemelen… Ne de olsa bugünün okullarının duvarlarında “dört mevsim panosu” dışında da renkli birtakım illüstrasyonlar, mavi ya da siyah önlük yerine iç açıcı renklerde üniformalar var. Ancak tüm bunlar, okulun daha ilk gününden itibaren, öğrencilerini neredeyse askerî nizamla terbiye etmeye çalıştığı gerçeğini saklamaya yeter mi? Beden eğitimiyle şekillendirilmek istenen vücutlar, yetişkinlere her şekilde saygı duyma zorunluluğu, kimi zaman dayakla törpülenmek istenen çıkıntılıklar vs. Yine de eğitim sisteminden, müfredattan şikayete başlamadan önce akılda tutmakta fayda var? belki de işin doğası bu. Duvarları hangi renkte olursa olsun, ne kadar müfredat dışı aktivite gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, eninde sonunda öğrencilerini şekillendirmek üzerine tesis edilmiş bir kurum bu ve iktidarın kendini görünür kıldığı noktalardan sadece birisi.
KÜRT ŞEHİRLERİNDEN GELEN ÖĞRENCİLER...
İhsan Oturmak’ın Depo’da açılan sergisi ‘Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet’in temelinde, her köşenin çizgi film karakterleriyle süslendiği zamanların çok öncesinden bir eğitim kurumu, 1892’de kurulan ‘Aşiret Mektepleri’ var. Abdülhamit’in ümmetçi anlayışı doğrultusunda büyük oranda Kürt şehirlerinden öğrencilerin kabul edildiği okullar bunlar… Senaryo tanıdık. Doğu’dan gelen öğrenciler, İstanbul’da bir kısmı Kürt ve Arap öğretmenler tarafından eğitildikten sonra ümmet fikrini aşılamaları için kendi bölgelerine geri gönderiliyor.
ASIK SURATLI, CİDDİ VE CENDERE GİBİ DARALTICI
Depo’nun orta yerinde de bu öğretmenlerden Cibranlı Halit’i etrafındaki öğrencilerle tasvir eden ‘Oynamak İstemiyorum’ karşılıyor izleyeni. Söz konusu polyester figürler, oyunla askerİ nizam arasındaki ilişkinin kanıtı gibi serginin merkezinde… Ya da başka bir deyişle iktidarın hiç beklemediğimiz yerlerde nasıl karşımıza çıktığının kanıtını sunuyorlar. ‘Islahat­ı Elifba ve Tefekkür 1’de Osmanlıca yazılı bir tahta önünde poz veren fesli öğrencilerden ‘Yenileşme 1’in beyaz yakalı siyah önlüklü Cumhuriyet çocuklarına, Oturmak’ın aktardığı her manzara, Türkiye’de eğitimi biçimlendiren iktidarın değişmeyen yüzünü gösteriyor: Asık suratlı, ciddi ve bir cendere gibi daraltıcı...
Engin Sustam’ın küratörü olduğu 'Üç Kusurlu İşlem: Aşiret, Mektep, Medeniyet', her ne kadar ele aldığı dönemlerden dökümanları da içerse, Aşiret Mektepleri’ne dair bir arşiv sergisi değil. Zaten tek mesele Aşiret Mektepleri de değil. Oturmak, iktidarın doğrudan müdahalesinin ayan beyan olduğu bu tecrübeyi, toplum mühendisliğinin geneline dair bir söz söylemek için kullanıyor. Cumhuriyet dönemi, kadın bedenine biçilen kıyafet, Latin alfabesine keskin geçiş…
SERGİNİN EN VURUCU YANI...
Oturmak’ın sergisi, tüm bu unsurların üzerini kazıyor, iktidarın gündelik hayatın damarlarına kadar nasıl sızdığını ortaya seriyor. Ancak serginin en vurucu kısmı da aşiret mekteplerini mümkün kılan anlayışın başka bir yüzünü gösteren “Zamanın İçinde” serisi… Bu mekteplerin öğrencilerinin geldiği Musul, Kudüs, Basra, Halep ve Diyarbakır şehirlerinin bombardıman altında resmedildiği seri, Depo’nun güvenli ortamında seyrettiğimiz bu iktidar ilişkilerinin aslında o kadar da uzağımızda olmadığını gösteriyor.

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/erman-ata-uncu/olay-sadece-asiret-mektebi-degil-1516392/
      

6 Nisan 2016 Çarşamba

 
The Elgiz Museum announces its latest exhibition ‘A New Selection from the Elgiz Collection: Faces and Masks’ on display from 26 January-15 April 2016. ‘Faces and Masks’ is a literal and figurative exploration of social and personal identity with underlying themes of celebrity, gender, death and childhood. This selection offers viewers a chance to explore existing and newly-acquired works in painting, sculpture, video and photography in the museum’s Temporary Exhibition Space and Mezzanine floor. 

In this exhibition, we find representations of men, women, children and animals in spaces which may be either worldly and/or psychological. Public personas and private selves overlap. Works may be negotiated both singularly and collectively within a complex framework of identities. Upon entering the museum we are faced with Thomas Houseago’s bronze mask ‘Roman Masks II’, whose father was diagnosed with schizophrenia when the artist was six years old. To its right, David Lachapelle’s ‘Uma Thurman: Gossip’ strikes the viewer with the photographer’s signature hyperrealist elements, this time with Thurman’s crimson red lipstick and coloured eyes. 

Gülsün Karamustafa’s six-minute black and white video ‘Stairway’ opens on the entangled art nouveau Camondo Stairs in the old European quarter of Karaköy, which evokes nostalgia for a former Istanbul and memory of the 19th-century French Jewish Camondo family, and their unfortunate fate at Auschwitz. This together with the music of the Romani children combines historic and contemporary Istanbul. 

On the Mezzanine floor next to the museum offices, visitors can see the first acquisitions made by the Elgiz family in the 1980s. One comes across Modern Turkish painter Nuri İyem’s social realist portrait of the somber Anatolian woman, as well as German artist NERAM’s ‘Helmut, The Public Smoker’ showing the former West German chancellor Helmut Schmidt notoriously smoking the cigarette that he could not dismiss. 

In this new selection, works by the following artists are on view: Alaeddin Aksoy, Ebru Alpagut, Tomur Atagök, Mahmut Aydın, Kezban Arca Batıbeki, Bedri Baykam, Ramazan Bayrakoğlu, Hüseyin Bilişik, Tuncay Deniz, Gürdal Duyar, Burhan Doğançay, Saim Gökhan Ercan, Eric Fischl, Gilbert and George, Mehmet Güleryüz, Haşim Nur Gürel, Hakan Gürsoytrak, Thomas Houseago, Nuri İyem, Çerkez Karadağ, Gülsün Karamustafa, Komet, Danielle Kwaaitaal, David LaChapelle, Levent Morgök, Fikret Mualla, NERAM, İbrahim Örs, İrfan Onürmen, İhsan Oturmak, Wolfgang Petrick, Neriman Polat, Alex Prager, Hande Şekerciler, Cindy Sherman, Hale Tenger, Yunus Tonkuş, Alp Tamer Ulukılıç, Xavier Veilhan, Halil Vurucuoğlu, Pınar Yolaçan and Şenol Yorozlu. 

‘Faces & Masks’ is on view from 26 January-15 April 2016